30 Temmuz 2007 Pazartesi

UÇAKLARIN SEMADA SLALOM DANSI

Formula 1’in papucu dama atılıyor! İnsanoğlunun gözünü uzaya diktiği şu dönemde, bu ilgiden hava sporları da nasibini alıyor. Karada bile baş döndüren Formula 1’i bir de gökyüzünde düşünün. Kalbiniz hızlı hızlı çarpacak, miğdenizde arılar vızıldayacak ve gözleriniz kararacak. İşte heyecanın gökyüzüne yansıması!

Son yıllarda alternatif sporlar denilince akla ilk gelen “Air Race” serisi Red Bull sponsorluğunda başladı. Serinin ilk yarışı 110 bin seyircinin katılımıyla Abu Dabi’de gerçekleşti. Uçakların yerden yalnızca 20 metre yükseklikte ve saatte 450 kilometre hızla birbirinin dibinde biten kuleler arasında uçtuğunu düşünün. Uçmak ne kelime! Aynı zamanda bir sirk akrobatının bile ağzını açık bırakacak manevralar yapmak zorundasınız. Peki bu durumda gözü kararmış ve hatta aklını yemiş olanlar kimler? Bu çılgınlığı izleyen 110 bin kişi mi yoksa gökyüzüyle dalgasını geçen pilotlar mı?

Kimileri için yaşamın anlamı haline gelen bu heyecanı daha yakından tanımakta fayda var. Bundan birkaç yıl önce heyecan, hız ve tutkunun diğer adı Formula 1 yarışlarıydı. 2000’li yıllarda da son sürat devam eden bu yarışlara hayal gücümüzü haddinden fazla zorlamamızı gerektirecek bir yenisi eklendi: Red Bull Air Race World Series. Efsanevi Formula 1 yarışları en fazla izleyiciye sahip spor etkinliği sıfatını yakında kaybederse bunu nedenini Red Bull Air Race World Series pistlerinde aramamız gerekir.

Red Bull Air Race World Series heyecanlı, dinamik, son derece hızlı... Kısacası akıllara ve kalplere zarar bir yarış. Buna gökyüzünde Formula 1 yarışı demek yerinde olur. İşin üstatları bu yarışı bugüne kadar düzenlenen en zaruri slalom yarışı olarak adlandırmakta hiç de haksız sayılmazlar. Saatte 450 kilometreyi bulan hızlarıyla kulelerin arasından geçen uçaklar karşısında heyecan duymamak için insanın ruhsuz olması gerek. Üstelik bu kuleler, 400-1400 metre arasına dikilmiş ve aralarındaki mesafe 14 metreyi geçmiyor. Ve uçaklar yerden yalnızca 20 metre yüksekten uçarak kuleler arasında keskin dönüşler yapıyor. Buna dünyanın en zorlu slalom yarışı denmez de ne denir? Şimdi öteki adı adrenalin olması gereken bu spora biraz daha yakından bakalım.

1920’lerde ABD’de başlayan “hava yarışı” geleneği basit birkaç manevradan ibaret bir hız gösterisi şeklinde gerçekleşiyordu. Ancak uzun yıllar sonra Macar pilot Peter Besenyei, Amerikan modelinde eksik bir şeyler olduğunu fark etti: Pilotun sanatçı yönü! İşte bu önemli eksiğin de giderilmesiyle hayal gücünün ve sanatın (!) sınırlarını zorlayan Red Bull Air Race World Series ortaya çıktı. 2003 yazında konsept belirlenerek Zeltweg’deki Air Power organizasyonunda efsanevi kuleler ilk kez şişirildi ve start alındı. Bu yarışın temellerini atan akrobasi şampiyonu Peter Besenyei ise bu işin hakkını vererek yarışın ilk birincisi oldu.

2004’te Budapeşte’de yapılan Red Bull Air Race ise kaçırılmaması gereken bir görsel şölendi. 1 milyonun üzerinde kişi de bu görsel şöleni kaçırmadı ve Amerikalı Kirby Chambliss’in zaferine tanık oldu. Daha önce bir şampiyona olarak gerçekleşen yarış, 2005 yılında gerçek bir seriye dönüştürüldü. Birleşik Arap Emirlikleri Abu Dhabi, Hollanda Rotterdam, Avusturya Zeltweg, İrlanda Rock of Cashel, İngiltere Longleat, Macaristan Budapeşte ve Amerika San Francisco’da düzenlenen yarışlarda Amerikalı Mike Mangold şampiyonluğa imzasını attı.

Red Bull Air Race World Series, 17 Mart tarihinde Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’de başladı. En yetenekli pilotlar bile Red Bull Air Race’in katı kuralları karşısında heyecanlanmadan edemiyor. “Bu yarışı ilk duyduğumda, ‘İşte bu gerçek bir şey’ dedim. İlk uçuşumda da nutkum tutuldu!” diyen Amerikalı akrobasi starı Kirby Champless birçok pilota tercüman olmuş. “Kobra figürü” diye adlandırılan hareketi yapabilen tek pilot olan Kirby’nin bile nutku tutuluyorsa diğerlerinin halini siz düşünün. Sonuç ise baştan belliydi. “Air Race”in babası Peter Besenyei, serinin Abu Dabi ayağının birincisi olarak sıfatına yakışır bir sonuç elde etti.

Asıl haberimiz şimdi hız ve adrenalin tutkunlarına geliyor: Red Bull Air Race World Series’e 2006 yılında ev sahipliği yapacak ülkelerden biri de Türkiye olacak. 17 Mart 2006 tarihinde Abu Dabi’de start alacak yarışlar Barselona, Berlin, İstanbul, Budapeşte, Londra ve Amerika’da devam ederek Avusturalya Perth’de son bulacak. 29 Temmuz 2006’da İstanbul’da meraklılarına tam bir görsel şölen yaşatacak olan sanatçı ruhlu pilotların kelimenin tam anlamıyla “ semadaki dans gösterilerini” kaçırmamakta fayda var.

28 Temmuz 2007 Cumartesi

İFLAH OLMAZ BİR CADIDAN DERSLER V: HARRY POTTER VE ZÜMRÜDÜANKA YOLDAŞLIĞI

Herkesin asasını eline alıp kötü güçlerle savaşmayı hayal eden çocuksu bir yönü vardır. Harry Potter’ın yaptığı da bizim gerçekleştiremediğimiz bu hayal için mücadele etmek.. Haydi şimdi boş verin yaşı başı, bir değnek bulun ve dilediğinizce sallayın. Ama dikkat edin de büyü yapacağım derken birinin gözünü çıkarmayın!
Harry Potter serisinin ilk bebeği doğduğunda bütün dünyayı bir çılgınlıktır sardı. Metroda, otobüste, trende herkesin elinde görür olduk bu tohumu. Daha sonra ikincisiyle filizlendi ve okul sıralarındaki çocuklardan iş yerlerindeki koca çocuklara kadar herkesin diline dolanmaya başladı bu heyecan dolu serüven. Kitabın çocuklar için düşünülmüş fan sitesi yetişkinlerle doldu taştı. Kitabın sonunu getirmeye kimse cesaret edemedi; çünkü sonunda bu maceranın bitmesi, kitabı elden bırakma tehlikesi vardı. Bu durumda serinin devamının gelmesi elbet de kaçınılmazdı. Kimse şikayet etmedi ve seriyi Brezilya dizilerinden daha heyecanlı bulmuş olacaklar ki kafalarını kaldırmadan okumaya devam ettiler.
Kaçınılmaz sonun başlangıcı, bu furyanın önü kesilemez bir salgın gibi bütün dünyayı kasıp kavurmasıyla başlıyor ve dahi yönetmen Chris Columbus’un “neden bunu beyaz perdeye aktaran ben olmayayım ki?” fikriyle doruğuna ulaşıyor. ”Çok düşünen değil çok iş yapan yol alır” felsefesiyle yola koyuluyor. İlk kitap olan “Harry Potter ve Felsefe Taşı” için 130 milyon dolar gözden çıkartılıyor ve izleyenleri koltuklarına bağlamak için ne gerekiyorsa yapılıyor. Harcanan para da boşa gitmiyor ve film dünyada izlenme rekorları kırıyor, ABD sinema tarihindeki en yüksek hasılatlı dokuz filmden biri olmayı başarıyor.
Chris Columbus, serinin ikinci kitabı olan “Harry Potter ve Sırlar Odası”nı da kimselerin eline bırakamayarak kendisi yönetmiş ve bu film için de 100 milyon dolar bütçe ayırmış. İlk filmde anne ve babası öldükten sonra huysuz teyzesi, despot eniştesi ve onların armut dibine düşer dedirten oğulları Dudley’le on dört yaşına kadar birlikte yaşadıktan sonra bir mucize eseri Cadılık Okulu’ndan gelen bir davetle bizim Harry dağları aşar, Cadılık Okulu’na gider ve aradığı yuva sıcaklığını orada bulur. İkinci kitapta ve kitaba sağdık kalınan filmde de Harry Potter’ın Cadılık Okulu’nda geçen ikinci yılında kendisi gibi cadı olma hevesindeki ekürileriyle beraber okulu ele geçirmeye çalışan karanlık bir gücü keşfetmek için maceradan maceraya koşar. Herkesin koltuklara yapışıp izlediğini, sinema salonlarının adrenalin dalgasıyla dolup taştığını ve seyircinin “üçüncüsü çıkmadan bu salonları boşaltmayız!” eylemi yaptığını (evet bu sonuncusu olmadı ama eğer üçüncüsü çıkmasa mutlaka olacaktı!) gören yönetmen Alfonso Cuaron, “Chriscim sen yeterince çektin biraz da ben göstereyim hünerlerimi” diyerek Chris Columbus’u bertaraf ediyor ve yönetmen koltuğuna oturarak serinin üçüncü filmi “Harry Potter ve Azkaban Tutsağı” için start veriyor.
Serinin bir klasiği olarak üçüncü film de, Harry Potter’ın Cadılık Okulu’nda geçen üçüncü yılını kapsıyor ve üçüncü senesinde de kahramanımız, pişmiş tavuğun başına gelmeyecek türden olaylarla karşılaşarak o karanlık diyar senin bu büyülü mekan benim koşturup duruyor. Kara bahtlı kem talihli Harry, bu sefer de anne ve babasının katili Sirius Black (Gary Oldman) tarafından amansızca kovalanıyor.
Serinin üçüncü filminde karşımıza çıkan Gary Oldman’dan gelen bir itirafsa bu filmde sadece çalışmaya ihtiyacı olduğu için oynaması. Gary Oldman, bu filmden önce en son 2002’de çekilen ve 2003’de vizyona giren “Sin” adlı filmde oynamıştı. Her ne kadar daha sonra “Batman Begins” , “Bosque de Sombras” gibi filmlerle karşımıza çıksa da Harry Potter serisinden o da etkilenmiş olacak ki serinin diğer iki filminde de Sirius Black rolünde kendisini gördük.
Serinin dördüncü zinciri olan “Harry Potter ve Ateş Kadehi”nde ise yönetmen koltuğuna “The Good Father”, “Into The West”, “Dance With a Stranger” gibi filmleriyle tanıdığımız Mike Newell kurulmuş. Meşaleyi Alfonso Cuaron’dan alan Newell, önceki 68 filminde olduğu gibi bunda da işinin hakkını vermiş. Tabii bunda filmdeki hünerleri sayesinde Oscar’a aday gösterilen sanat yönetmeni Stuart Craig ve set dekoratörü Stephanie McMillan’ın da payı çok büyük.
Her seferinde daha ilgi çekici hale gelen ve çözülmeyi bekleyen daha fazla sır barındıran serinin dördüncüsünde Harry, kendisine meydan okuyan kötü kalpli ve yüksek sihir gücüne sahip Lord Veldemort’la kapışmak zorundadır. Kahramanımız artık on dört yaşına gelmiş genç ve asi bir delikanlı olarak bu karşılaşmadan kaçmayı da gururuna yediremez. Bunun yanı sıra Harry, Üçbüyücü Turnuvası denilen uluslar arası yarışma için seçilmiştir ve Avrupa’nın en büyük iki cadı okulunun deneyimli öğrencileriyle yarışmanın heyecanını yaşamaktadır.
Bir solukta okuduğumuz ve gözlerimizi kırpmadan izlediğimiz Harry Potter macerasının son halkası “Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı”, doymak bilmez Harry Potter fanatikleri için David Yales tarafından özenle çekildi. Pek yakında da Türkiye’de sevenleriyle buluşmaya hazırlanıyor! Serinin bu güzide filminde, Harry Potter, arkadaşları Ron ve Hermonie’nin neden kendisine bütün yaz mektup yazmadıklarını, neden ona karşı bu kadar ketum davrandıklarını öğrenmek isterken dünyayı yerinden oynatacak bir gerçekle karşılaşıyor... Dumbledore’un Voldemort’un dönüşüyle ilgili uyarılarını ve Harry’yi reddeden okul yönetimi, yeni bir cadının Hogwart Cadı Okulu’nun kontrolünü ele geçirme çabalarına istemeden de olsa destek vermiş oluyor ve tüm okul bir kaosa doğru son sürat sürüklenmeye başlıyor. Bakalım hayta cadı Harry Potter bu sefer işin içinden nasıl sıyrılıyor ve biricik evi olarak gördüğü Hogwart’ü kurtarabiliyor mu?
Uzay çağında, aya tatile gitme planlarının yapıldığı 21. yüzyılda, cadılık müessesesinin can damarı, yegane umudu olan Harry Potter bir asa darbesiyle cadılığın onurunu kurtarıyor. Çocukluğunda evdeki süpürgelere binip cadıcılık oynayan, “abraka dabra, hırişna kırişna!” naraları eşliğinde büyü yapmaya çalışan cadı severlere de sinema salonlarını doldurup bu şenliğin tadına varmak kalıyor. “Cadıları koruyalım ve onları yaşatalım” diyen kimse bu görsel şöleni kaçırmamalı, yoksa ertesi gün yataktan bir kurbağaya dönüşmüş olarak kalkabilir!

PAZARTESİLERDEN NEFRET EDİYORUM!

Yemek yemeyi kim sevmez ki? Uyumak ise doğa kanunu! Ama kimse bunları Garfield kadar iyi yapamaz... Kedilerin en miskini, canlıların en huysuzu Garfield şimdide İngiltere’nin altını üstüne getiriyor...

Kısık gözleri ve kocaman göbeğiyle tam bir huysuzluk timsali Garfield. Haftanın her gününü yatarak geçirmesine rağmen pazartesilerden de nefret ediyor. Bu aksi kediciği mutlu eden yegane şeyse lazanya! Nerdeyse her bölümünde sadece lazanya için yerinden kalkıp maceradan maceraya koşarak sonunda keskin zekası sayesinde hedefine ulaşıyor. Maceralarının hedefiyse hiç değişmiyor: yemek ve uyku!Bir bölümünde sahibi Jon’u tatil sevdasından vazgeçirip evde kalmayı sağlayabilmek için delirtmeyi başararak tatil planını suya düşürmüştü. Buradan anlaşılacağı gibi bu kediciğin isteyip de başaramayacağı hiçbir şey yok.
Garfield deyince akla ilk gelen isim kuşkusuz aptal ve bir o kadar da sevimli köpek Odie’den başkası değil. Gün içinde Garfield’ı uyumak ve yemek yemek dışında Odie’yle ve yine Odie kadar saf sahibi Jon’la uğraşırken görürüz. Odie’nin Garfield serisine katılması 8 Ağustos 1978’de Jon’un arkadaşı Lyman’ın sürpriz bir ziyaret yapmasına tekabül eder. Ayrılırken köpeği Odie’yi hediye olarak bırakır! O gün bu gündür Garfield ile Odie birbirlerinin hem en büyük eğlence kaynağı hem de en yakın dostu. Tabii Garfield’in Odie’ye attığı tekme ve yumrukları da sevgi gösterisi şeklinde yorumlamalıyız! Birbirleriyle uğraşmayı bıraktıklarında ise beraber Jon’a sararlar. Elbette kurnazca fikirler her zaman Garfield’den çıkar ve Odie onun mecburi destekleyicisidir.
Hepimizin sevimli bir oyuncağı, sırlarını paylaştığı, gece birlikte uyuduğu bir dostu olmuştur mutlaka. Hatta bazılarımız bu yakın dostunu ilerleyen yaşlarında da terk etmez ve en huzurlu anlarını onunla geçirmeye devam eder. İşte Garfield’in şirin dostu da bir gün Jon’un çekmecesini karıştırırken bulduğu oyuncak ayı Pooky. Nitekim Garfield gibi huysuz, uyumsuz ve daima aç olan bir kedinin en yakın dostu ancak Pooky gibi hiç konuşmayan, yemek yemeyen, -ki bu Garfield’in en sevdiği özellik- mazbut bir oyuncak ayı olabilirdi.
Her türlü sevimliliğe ve duygusallığa karşı olan Garfield’in en önemli işkence hedefi ise sevimli kedi Nerman. Bu enerji deposu, şirinlik abidesi, sevgi timsali kedi, Garfield’ın kabuslarını süsleyen ve o huysuz bakışlarını daha da huysuzlaştıran yegane şey. Garfield onu belki binlerce defa Abudabi’ye göndermişse de ondan hiçbir zaman kurtulamıyor ve Nerman her bölümde Garfield’ın kabuslarını süslemeye devam ediyor.
Tabii ki yaşayan her canlı gibi Garfield da aşkın şarabından içmiş ve gönlünü Arlene’a kaptırmış. Ama Eros’un aşk oku poposundayken bile Garfield huysuz mizacına ters düşmüyor ve Arlene’le sık sık tartışmaktan geri durmuyor. Genellikle Garfield’in diyet yapması ve Arlene’in dişlerini gıcırdatması ikilinin didişme konuları. Ama tartışma her zaman mutlu sonla bitiyor ve onlar birbirlerinin büyük aşkı olmaya devam ediyorlar.
Evinde kedi besleyen herkes kedisiyle Garfield arasında bir benzerlik bulabilir. Hatta kedi beslemeyeler de kendileriyle bu huysuz, portakal rengi kedi arasındaki özdeşlikleri çıkarabilir. Garfield belki de hepimizde az çok bulunan tembellik, bencillik ve umursamazlık özelliklerinin abartılarak vuku bulmuş hali. Ama kimse bu özelliklerle onun kadar sevimli olamıyor maalesef.
Garfield’den bahsedip de babası Jim Davis’i atlamak olmaz. Davis, 28 Temmuz 1945’te Marion Indiana’da doğar ve çocukluğunu bir inek çiftliğinde geçirir. Çiftliğin avlusunu yaklaşık 25 kadar kediyle paylaşır ki bu da onun karakter olarak neden bir kediyi seçtiğini açıklıyor. İleride büyük bir karikatürist olmasında ise sevgili annesinin önemli bir payı var. Küçük Jim astım nöbetleri dolayısıyla odasında geçirdiği vakti annesinin ona aldığı resim defterlerini karalamakla geçirir. Böylece sanata ilk adımlarını atan Jim, daha sonraları Thumbleweeds’in yaratıcısı olan Tom Ryan’ın asistanlığına soyunur ve burada çekirdekten yetişerek iyice yoğrulur. 1978’de ise bir çizgi karakter serisi olarak Garfield’i yayınlamaya başlar. Jim Davis, yaklaşık 29 yıldır Garfield’in fanatik kitlesine yenilerini eklemeye devam ediyor.
2004 yılına geldiğimizde ise Garfield çizgi filmlere ve gazetelere sığmadı ve sinemadaki yerini aldı. İlk filmin konusu ise genel olarak kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacak cinsten. Garfield’in güzel veterineri Liz Wilson’un Jon’a enerji dolu bir köpek olan Odie’i hediye etmesiyle Garfield’in hayatı allak bullak olur. Odie, Garfield’ın tam anlamıyla zıttıdır. Çizgi filmde olduğu gibi beyaz perdede de Odie, Garfield’i çıldırtmaya devam eder. Ancak bir gün Odie’nin kaçırılmasıyla Garfield yaklaşık 25 senelik karakterine ters düşer ve Odie’yi kurtarmak için miskinliği bir kenara bırakarak kolları sıvar.
Filmin büyük başarısı karşısında yapımcı John Davis’in “Garfield 2” yi çekmeye karar vermesi zaten kaçınılmazdı. Kelimenin tam anlamıyla tam bir Garfield hayranı olan Davis, “Garfield aslında karakter olarak büyük bir sinema yıldızı” diyor. Yaratıcısı Jim Davis ise Garfield’ın beyazperdedeki başarısından memnun ki şunları söylemiş; “Bence Garfield birçok nedenden ötürü tüm yaş gruplarının favori kahramanlarından biridir. Gençler onun otoriteye karşı çıkışına hayran ve bir şekilde onlara bu konuda örnek oluyor. Ve tüm yetişkinler gibi çok uyuyan, çok yiyen, spor yapmayan, motivasyonu eksik tüm sıradan insanlara benzeyen biri. Yapması gereken birçok şeyi yapmak istemediğini rahatlıkla söyleyen biri... Birçoğumuz yerine konuşacak kadar cesur.”
“Garfield 2” de kıtalararası yolculuk yaparak İngiltere’yi ziyaret eden huysuz kedimizi burada ilginç olaylar beklemekte. Kraliyet ailesinin kedisi olan Prens, Garfield’in bire bir kopyasıdır ve bir şekilde iki kedi yer değiştirir. Böylece Garfield büyük şatoda gününü gün ederken kraliyet kedisi de sıradan bir vatandaşın hayatını yaşamaya başlar ve ilginç bir şekilde lazanyanın tadına ilk defa bakar. Fakat kraliyet entrikaları Garfield’ı da vurur ve kraliyet şatosunun bir kediye miras kalmasını hazmedemeyen Lord Dargis’in planlarıyla Garfield daha önce hiç yaşamadığı kadar aksiyon yaşamaya mecbur olur. Böylece miskin kedimizin hareketli günleri başlar. Garfield ve Prens’i canlandırabilmek için toplam 30 animatörle beraber canla başla çalışan Bailey, sonunda baştan patiye doğal bir görünüm ve son derece gerçekçi tüyler elde etmeyi başarmış. Filmde gerçek hayvanların da konuştuğunu ve özel efektler ile kişileştirildiklerini hatırlatmakta fayda var. Bunun için 200 kişilik animatörler ordusu yaklaşık altı ay süren bir emek harcamışlar. Neticede bu kadar emeğin ve övgünün sonucunda Garfield fanatiklerine sadece filmi izlemek kalıyor.

DAVİNCİ ŞİFRESİ ÇÖZÜLÜYOR!

Polisiye ve gerilim filmlerinin tutkunuysanız heyecanlı, gizemli ve dinamik bir filme kendinizi hazırlayın... Dilinizi ısırtacak, dudağınızı uçuklatacak Da Vinci Şifresi, şimdi de beyaz perdede!

Ünlü simgebilim profesörü Robert Langton, Louvre müze müdürünün esrarengiz bir biçimde öldürülmesi ve ardında bıraktığı bir simge dizimi ve ipuçları üzerine bir gece Louvre müzesine çağrılır. Kriptoloji uzmanı Sophie Neveu’nün de olaya katılmasıyla ipuçları onları Leonardo Da Vinci’nin tablosuna götürür. Da Vinci bu sırrı ünlü Mona Lisa tablosunun içine gizlemiştir ve bu şekilde hayatlarını 2000 yıllık bir sırrı korumaya adamış gizli bir topluluğun varlığını fark ederler. Bu topluluk, cinayete kurban giden müze müdürünün de içinde bulunduğu Sion Manastırı Derneği’dir. Böylece Robert Langton’ın da hayati tehlikesi had safhaya varmış olur. Langton ve Nevenuo da Londra ve İskoçya’daki dehşetengiz serüvenleri sırasında bir yandan şifreyi kırmak ve insanlığı kökünden sarsmak için uğraşırken, bir yandan da kendilerini gerilim filmlerinin olmazsa olmazı, hep kendilerinden bir adım önde, zeki olduğu kadar da esrarengiz bir adamla karşı karşıya bulurlar.

Dan Brown’un Da Vinci Şifresi adlı romanını okuyan John Calley “Aklımı başımdan aldı, büyülendim. Birinci sınıf bir gerilimdi.” yorumunu yaptığı kitabın film haklarını hiç gecikmeden satın aldı ve böylece Da Vinci Şifresi serüveninin beyaz perdeye taşınmasının ilk adımı atılmış oldu. Kitaptan etkilenen bir diğer isim, Imagine Entertaintment ortak başkanı Brain Grazer ve ortağı yönetmen-yapımcı Ron Howard da soluğu John Calley’nin yanında aldı. Böylece John Calley-Brain Grazer ortak yapımı film, Ron Howard yönetmenliğinde ilk filizini verdi. Yönetmen Howard, “Bu hikayede, bir filmi eğlence aracı kılmaya yetecek tüm stil ve geleneksel gerilim öğeleri mevcut. İzleyiciyi belli bir yöne gittiğine çok net bir şekilde inandırıyor ama sonra sizi bambaşka şekillerde şaşırtıyor. Dan Brown’ın yarattığı hikaye bu yüzden okuyucuyu bu denli avucunun içine alıyor.bir polisiye, bir gerilim hikayesi olarak tanıdık geliyor ama sonra ‘vay canına’ dedirten büyüleyici bir olaylar dönüşümü var!” diyerek romanı okuyan birçok kişiye de tercüman olmuş.

Oyuncu kadrosuysa filmi izlenmeye değer kılan bir başka özellik olarak karşımıza çıkıyor. Robert Langton rolünde çift Oscarlı ve bunun dışında çok sayıda ödül sahibi Tom Hanks oynuyor. Howard’a göre Langton Hanks’in karakterleri her ikisinin de meraklı, zeki ve etrafında olup bitenlere ilgili olması yönünde kesişiyor. Filmin önemli karakterlerinden bir diğeri olan Sophie Neveu’yü ise seçmelere katılan yüzlerce Fransız aktrist arasından Audrey Tautou kapmış. Senarist Goldman’a göre “kutsal dişi” kavramı hikayenin en ilgi çekici unsurlarından biri. “benim için Da Vinci Şifresi’ndeki hikayenin en ilgi çekici yanı kimliğini arayan bu kızın tahmin ettiğinden çok daha fazlası olduğunu keşfetmesi. Yazım açısından bakıldığında bu çok verimli bir hikaye. Romanın diğer öğeleri kadar geniş çaplı ve destansı değildi ama benim için en zorlayıcı ve en insani yanıydı.” Diyen Goldman, karakterin filmdeki önemi hakkında da bir ipucu vermiş oluyor.

Yönetmen howard ise Audrey Tautou için “hem gizemli, hem ulaşılabilir”yorumunu yapıyor ve “Amelié” filminden hatırladığımız genç oyuncunun bu rol için biçilmiş kaftan olduğunu söylüyor. Sir Leigh Teabing rolünü ise “Lord of The Rings” üçlemesinden ve “X-man” serisinden hatırlayacağımız Ian Mckallen üstlenmiş ve çok da yerinde olmuş. Hem kitapta hem de filmde lokomotif görevi gören Teabing karakteri , Howard’a göre Mckallen’a “cuk” diye oturmuş. Hanks de yelpazesi böylesine geniş, saygın ve deneyimli bir aktörle çalışmaktan çok memnun görünüyor ve rol arkadaşına da her fırsatta methiyeler düzmekten geri kalmıyor.

Psikolojik sorunları olan, babasını kendisine hayalet dediği için öldürüp hapse düşen ve romanın belki de en ilginç karakterlerinden biri olan Silas rolünü ise Paul Bettany üstlenmiş. “Akıl Oyunları” ve “Gangster No:1” deki üstün performansıyla hafızalarımıza kazınan Paul Bettany de yine birçok oyuncu arasından role en uygun kişi olarak seçilmiş. Duyduğu güvene ihanet edilince hayal kırıklığına uğrayan karakter Bezu Fache’yi oynama fikri ise Jean Reno’yu çok etkilemiş. 1994 yapımlı “Léon” filmiyle hepimizi göz yaşlarına boğan, ağlamak istemeyenlerimizin de boğazlarını düğümleyen Jean Reno , Howard’a göre bu filmde de rolünün hakkını veriyor ve filme değişik bir renk ve muazzam bir tat katıyor. Pisikopos Aringa Rosa rolüne, Alfred Molina “As You Like It”in İngiltere’de çekimleri sürerken seçildi.

Filmin çekildiği mekanlarsa oldukça ilgi çekici. Başlangıç sahneleri Paris sokaklarında çekilen filmin, izleyicinin gözlerini yuvalarında ters döndürecek kadar heyecanlı ve karmaşık kovalamaca sahneleri ise efsanevi Louvre Müzesi’nde çekildi. Ancak çok sayıda aksiyon sahnesi bulunduğundan eserlere zarar vermemek açısından Büyük Galeri için stüdyo kurulması gerekmiş. Ama Londra sınırlarındaki Pinewood stüdyolarında çekilen sahneler Louvre’u aratmayacak nitelikt. Çünkü stüdyo Louvre’a mükemmel bir şekilde benzetilerek tasarlanmış. Filmin baş manzara sanatçısı James Gemmill, Laovre’daki ölçülere uygun 150 tablo yapmış ve hepsini orijinalleri gibi resmetmiş. Film ekibi, kapanış saatinden sonra da Büyük Galerinin iç mekanında çekim yapılmasına izin verilen sayılı film ekiplerinden biri olduğu için mutlu.”Orada çekim yapabildiğimiz için kendimizi çok mutlu hissediyoruz. Film için harika bir renk oldu.” Diyen Hanks pek de haksız sayılmaz. Saint Sulpice ve Leigh Teabing’in yaşadığı Villette Şatosu’nda da çekim yapma iznini koparan ekip, iç mekanlarda kütüphane, mutfak ve çalışma odası için yine gerçeğinden pek farkı olmayan stüdyolar kurmuşlar.

İngiltere’de de Mabet Kilisesi’nde devam eden koşuşturma sonucu ipuçlarını yanlış yanlış yerde aradığını fark eden Langdon için şimdi hedef Westminston Manastırıdır ve Sophie’yi de alıp yola çıkar. Böylece filmin İngiltere kanadında yine gözlere ziyafet çeken bir mekan olarak karşımıza Westminston’un dış mekanları çıkar. Bu bölümde de filmin iç mekanları stüdyolarda çekilir. Londra’nın en turistik mekanlarından biri olan Westminston Manastırı dışındaki çekimlerde yaşanan zorluklar da malum. Turistik amaçlı gelip film setiyle karşılaşan insanlar için heyecan verici olsa da film ekibi için bir anlamda bir külfet olmuş. Ancak filmin kıvrak zekalı yönetmeni Howard, bu durumu da ekip lehine çevirecek bir çare bulmuş ve çevredeki insanları tatlı dili sayesinde kendilerine figüranlık yapmaya ikna etmiş. Longdon ve Neveu’nün arayışları İskoçya’daki Rosslyn Şapelinde son bulmuş. 10 metereye 21 metre boyutlarındaki gotik şapel, bakanı hayran bırakacak kadar karmaşık taş oymalarla dolu. Bu da yazarın niçin şapeli tercih ettiğini açıklıyor. Ve yapım ekibi son olarak soluğu filmin çok sayıda flashback sahnesinin çekildiği Malta Adası’nda aldı. Kutsal topraklar ve İspanya sekansları da burada çekildi.

Kitapta sözü geçen birçok yerde çekim yapan ekibe Tom Hanks tercüman olmuş: “Tüm bu yerler tarihi açıdan inanılmaz öneme sahipti. Küçücük kapılardan geçmek için sert zemine eğilip emeklememiz gerekti... her gün bir Hollywood stüdyosunun herhangi bir platosuna giderek çekim yapmaktan çok farklı bir deneyimdi.”

Da Vinci Şifresi, kitabı okuyan birçok kişinin zaten kaçırmak istemeyeceği, okumamış olanlarınsa kaçırmamasında fayda olan bir film. O halde izleyelim, görelim.

MEKSİKALI GÜZELLER İŞ BAŞINDA!

Çocukluk yıllarınızda belleklerinize kazınan western filmlerine filmlerine bir yenisi eklendi: Bandidas... Ama bu sefer baş roldeki birbirinden güzel iki kadın, Peneloé Cruz ve Salma Hayek. Macera, aksiyon, polisiye ve komedinin buluştuğu bu eğlenceli filmi izlerken nefeslerinizi tutacaksınız.

1980’lerin Meksika’sında fakir bir çiftçi ailesinin kızı olarak yetişmiş bir kadın olan Maria (Penelopé Cruz) ve zengin bir bankerin kızı olan Sara (Salma Hayek) anlaşılacağı üzere aslında hiçbir ortak özelliği olmayan iki ayrı kutuptur. Bunları bir araya getirense kaderin bir cilvesi, yani Tylar Jackson (Dwight Yoakam). Bu garip adam ansızın ortaya çıkp New York Bankası’nın temsilcisi olduğunu söyleyince bu iki güzel kadının yolları aynı amaç uğruna kesişir. Zamanında demiryolları adına Meksika’daki birçok araziyi kanunsuz bir şekilde ele geçiren Tylor Jackson, her ikisinin de babalarının hayatını mahvetmiştir.

Jackson’ın karşılarına çıkmasıyla iki kadın için yeni bir fikir doğar; artık açılan her yeni bankayı ve tröstü soyarak çiftçilerin intikamını alacaklardır. İşte böylece iki seksi haydut, “kadının fendi erkeği yendi” der ve amansız serüvenlerine başlar. Artık Meksika’da namları “Bandidas” olarak yürüyecektir.

Yönetmenliğini Joachim Roenning’le Espen Sandberg’in paylaştığı filmin senaristi ise, Fransa’da Spielberg olarak görülen Luc Besson. Dalgıç öğretmeni çocukluğunu Yunanistan ve Yugoslavya arasında mekik dokuyarak geçiren Besson, daha 10 yaşındayken aile mesleği olan dalgıçlığı seçerek marina biyoloğu olmaya karar verir. Ancak 17 yaşında geçirdiği bir kaza sonucu artık dalamaz ve Fransa’ya dönerek sinema eğitimi alır. Böylece “The Fifth Element”, “Le Dernier Combat”, “Subwayé, “The Big Blue”, “Le Petit Siren” ve “Léon” gibi filmlerle anılan ve Steven Spielberg’le aşık atan bir senarist-yönetmen doğar. 70 milyon dolarlık bütçesiyle Fransa’nın en pahalı yapımı olan “The Fifth Element”, eğlenceli bir klasik bilimkurgu filmi olarak karşımıza çıkarken, “Léon” filmiyle daha stilize bir tarzda bir suç öyküsüyle izleyici göz yaşlarına boğar. Şimdi de “Bandidas”la heyecanlı bir aksiyon yaşatmanın yanı sıra, izleyenleri güldürmeye kararlı görünüyor.

Filmi izlenmeye değer kılan ağır toplardan biri de, güzel ve yetenekli oyuncu Salma Hayek. Lübnanlı bir baba ve Meksikalı bir anneden doğma Hayek, 12 yaşındayken babasına “ Eğer beni Amerika’da bir okula yollamazsan, burada hiçbir dersime çalışmam ve hiçbirini geçmem” diyerek daha o yaşlarda tuttuğunu koparan biri olduğunu belli etmiş. Zira Teksas Katolik okulunda iki yıl okuduktan sonra hocalarını bezdirip okuldan kovulan Hayek’i ancak bir oyunculuk okulunun paklayacağı anlaşılmış. Böylece Meksika Üniversitesi’nde oyunculuk eğitimine başlayan Hayek, bunu da yarıda bırakmış ve sonunda da Stella Adler Konservatuarı’nı bitirmiş.

Şu ana kadar “Frida”, “Bir Zamanlar Meksika’da”, “Desparado” gibi birçok iyi filmde rol alan oyuncu için “Bandidas”ın ayrı bir yeri var. Yıllarca röportajlarda, “En çok kiminle çalışmak isterdiniz?” sorusuna verdiği cevap hiç değişmeye Hayek, sonunda bu filmde muradına eriyor ve Penelopé Cruz’la başrolü paylaşıyor.

Filmin diğer güzel haydutu Maria’yı isa güzel aktirist Penelopé Cruz canlandırıyor. İspanya’nın Madrid şehrinde kuoför bir anneyle otomobil tamircisi bir babanın kızı olarak dünyaya gelen Cruz, daha okumayı sökmeden jimnastik hocası olmaya karar vermiş; ancak görmüş geçirmiş baba, kızını “ Bu işte para yok sen dans oku, ileride çok ünlü olursun” şeklinde bir uyarıyla bu kararından vazgeçirmiş. Bunun üzerine National Conservatory okulunda dans eğitimine başlayan Cruz, babasının yüzünü kara çıkarmamış ve dokuz yıl devam ettiği dans eğitiminden sonra iyi bir dansçı olarak, İspanya’da adını “Madrid’in Madonnasıé olarak duyurmuş.

Daha 15 yaşında İspanya televizyonlarında, şovlarda ve müzik videolarında boy göstermeye başladı. Sinemaya geçişi ise, “El Louberinto To Griego” filmiyle oldu ve setin tozunu bir kez yutan Cruz, bir daha da setlerden ayrılamadı. “Volver”, “Sahara”, “Bulutların Üzerinde”, “Yeni Yıl”, “Çapkın Aşık”, “Gothika”, “Çapkın İlişkiler”, “Beyaz Şeytan, “Corelli’nin Mandolini”, “Annem Hakkında Her Şey”, “Aç Gözünü”, “Çıplak Ten” ve “Güzellik Çağı” gibi çok sayıda filmde yer alarak adını hafızalara kazıdı. “Blow” filmiyle Jhonny Depp’in uyuşturucu bağımlısı karısı rolünü kapan Cruz için yönetmen Ted Demine, aslında Cruz’un bu role uygun olmadığını ancak göz kamaştırıcı güzelliği sebebiyle onu seçtiğini itiraf ediyor.

1997’de Uganda’da iki ay gönüllü hizmet veren yardımsever oyuncu, 1999 Goya en iyi aktirs ödülünü de “The Girl of Your Dream” filmindeki performansı sayesinde kaptı. Cruz da Hayek gibi birlikte çalıştıkları için ne kadar mutlu olduğunu birçok röportajında dile getiriyor.

Tabii bu iki güzel kadına bir de şanslı erkek gerekliydi ki, bu da çok yerinde bir kararla country müziğin babalarından Dwight Yoakam olmuş. “Panik Odası”ndan da hatırlayacağınız Yoakam, müziğin yanı sıra oyunculuk ve yönetmenlik de yapıyor. Zaten bu filme de ancak Dwight gibi country müziğinin ustası bir oyuncu yakışırdı.

Konu, Robin Hood misali zengine vurup fakirin intikamını alan, “Thelma ve Luise” misali tehlikeden tehlikeye atlayan iki kadın olursa, elbette heyecan ve komedi alır başını gider. Lafın özü: Macera, aksiyon, western ve komedi... Salma Hayek ve Penelopé Cruz gibi iki güzel dilber... Daha ne olsun? Koltuklarınıza yapışık kalacaksınız. Boşuna patlamış mısır almayın, yemeyi unutacaksınız. Artık sokaklarda kovboyculuk oynayan kız çocukları da göreceksiniz! Aksiyon, komedi ve western tutkunları, bu eğlenceyi kaçırmayın, taş olursunuz.

20 Temmuz 2007 Cuma

KÜÇÜK DAĞLARI BEN YARATTIM!

Evde bir parça eski kumaşınız ve bir de makasınız varsa Valentino’ya meydan okuyabilir, leğenleri ters çevirip kendi müziğinizi yapabilir, ikinci el fotoğraf makinenizle Ara Güler’le yarışabilirsiniz... Ne de olsa yaratmak insana mahsus!

İnsanoğlu dünyaya adımını attığı günden beri dünyada iz bırakma peşine düşmüş. Sıcak mağaralarında yemek yiyip uyumakla yetinmemiş, duvarlarına da imzalarını çakmışlar. Edepleriyle hayvan sesi çıkarmak ve bu yolla anlaşmak insanoğluna ağır gelmiş, dil denen karmaşık sistemi yaratmışlar. Bahar geldiğinde çiftleriyle aşk dansı yapmak yetmemiş, rock’n roll ruhu olmadan aşk da yok demişler. Velhasıl dünyayı sanatla yeniden var etmişler şu maymun soylu atalarımız.

Bir F16 savaş uçağının pilotundan sanatçı bir ruh beklenebilir mi? Evet, artık beklenebilir! Savaş uçaklarına havada parendeler attırıp yüreklerimizi ağzımıza getirenler de bu yaratıcı pilotlar. Peki cinayetin sanatçı yönü olabilir mi? Evet, şaşırtıcı ama kama sutrayla cinselliği tam bir sanat dalına çeviren Hintliler, bunu da mümkün kılmışlar ve her nevi ev aletini kullanarak cinayet işlemenin püf noktalarını bir sanat olarak insanlığın önüne sunmuşlar.

Şimdi sıkı durun! Yaratıcı olmak için ille de reçel kabıyla adam öldürmeniz gerekmiyor! Sanatın çıkış noktası resim hala yaratıcılığınızı kullanmanız için hizmetinizde. İhtiyacınız olan tek şeyse bir parça kağıt ve bir iki fırça. Sonrasında da biraz delilik! Üstelik uzun zamandır börtü böcek çizmekten ibaret olmayan bu sanat elinizden çıkacak her türlü deliliğe susamış, sizi bekliyor.

Eğer “Dali kadar olamadım, bu işte yokum.” diyorsanız “yaratmanın sınırı yok” felsefesini edinmenizin vakti gelmiş demektir. İşte bu noktada çağımızın sanatı yedinci sanat çıkıyor karşımıza: sinema! İnsanoğlu teknolojinin büyülü dünyasına kendini kaptırmış, beyaz bir perdenin önüne hayallerini sıralamış, adına da “sinema” demiş... Yaratmanın sınırı yok ya, bunu bir de çizerlerle buluşturup “animasyon” sanatını yaratmış. 1980’lerde ünlü olan üç boyutlu filmlerle koltuklarımızdan fırlamamıza neden olan da görsek cevizden ayırt edemeyeceğimiz yaratıcı beyinlermiş.

Ceviz deyip geçmeyin, kullanmayı bilene basit bir ceviz bile ilham verebilir. Herkes bir Banksy olmak zorunda değil. Ama yaratmanın sınırı olmadığına ve şu ölümlü dünyada yapacak daha iyi bir şey bulunmadığına göre şimdi hünerlerimizi göstermenin zamanı. Lisede kopya çekmek için bin bir hinlik düşünen ve yaratıcılığımızın sınırlarını zorlayan bizler, pekala dünyayı tersine çevirebiliriz (en azından hayal edebiliriz!).

Haydi iki kutu yağlı boya alıp dilediğinizce evinizin duvarlarına saçın! “Gazoz kapaklarından tişört yapmanın modası geçti” demeyin! Yapmadıysanız onu da yapın! Evde kristal bardaklarla müzik yapın, olmadı bir sprey boya alıp komşunun duvarına bir yazı çiziktirin, belki de çok iyi bir grafiti sanatçısı olmanızın yolu buradan geçiyordur! Ama unutmayın; yaratmak insana mahsus ve yaratma yolunda her türlü delilik mübah!